Ülker Şener
10 kişilik bir grup, “kimler şiir okuyor?” sorusu dökülüyor dilimden, kimsenin uzun yıllardır eline bir şiir kitabı aldığı yok. Okunanlar daha çok ekrana düşenler, çoğunlukla büyük şairlerin etkileyici şiirlerinin kısa bölümleri. Üçüncü alt küme. Şair “büyük” olacak, şiir etkileyici olacak ve onun da bir bölümü.
Her yazın biçimi belli koşullarda varlık gösteriyor muhtemelen. Şiirin zamanı geçti mi, anlatım olanaklarını yitirdi mi, dışına çıkmayan bir iç monoloğa mı dönüştü? Şiirin dönemi, zamanı var mıydı, ne zaman popülerdi ya da şiir ne zaman okunur? En çok coşku dönemlerinde elbette, altüstlerin yaşandığı, duyguların sığmadığı, taştığı bireyi de içine alarak yıkıp geçtiği… Sıradanlığın olduğu yerde şiirin sesi de duyulmaz, soluklaşır. Belirsiz bir yaz esintisi gibi. Yine yazılır belki, okunur ama anlatım olanaklarını genişletme, dilin kullanımını mükemmelleştirme uğraşı olarak biraz… hoş belki durgunlukta istenen bir şeydir, aranan, durgunluğa eşlik eden şiirler de sevilir. Yine de coşkunun yokluğu sınırlı kılar, eşlik etmez. Vladimir Mayakovski ve Sergey Yasenin, Ekim Devrimi günlerinde yaşadılar, yazdılar. Umudun Rusya’dan tüm Avrupa’ya, dünyaya yayıldığı günlerde. Bildiğimiz gibi, beklenenler, umut edilenler gerçekleşmedi; ne kıta Avrupa’sında devrimler çağı başladı ne de Rusya’da her şey alt üst olmuşken insanlığın “altın çağı”. İnsanlar olarak hep bir altın çağımız olmuştur, en azından ideolojiler varken öyleydi, ideolojiler “ölüme” bırakılırken altın çağları da yanlarında götürdüler. Şu an dünyanın geleceğine ilişkin bir tasarım yok, nasıl bir dünya sorusuna verilen radikal bir cevap da. Devrimin yenilgisiyle onlar da yenilir. İkisi de yas tutmayı reddeder. Yasenin 1925’de, Mayakovski 1930’da intihar eder. Yasenin’in ardından 1926’da yazdığı şiirde Mayakovski şöyle der:
Sürer mi ölümü
hiç insan
tebeşir tozu gibi
yanaklarına?
………..
Niçin?
Nedeni ne?
Donup kalıyorum şaşkınlıktan.
…………………
Şu yaşamda
en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan
yepyeni bir yaşama
başlamak.
Çok sürmez, 4 yıl sonra aynı yoldan gider. Pek çok biçimde tanımlansa da intihar, yas tutmayı reddetmek bir yanıyla, kabullenmeye direnmek, büyüyü sürdürmeye yönelik yoğun istek diyelim. Yenilginin altında ezilen ruhlar, bir yönüyle böyle. Ekim 1917, Avrupa ve dünya için yeni bir tarihin aralandığı ama sadece aralandığı, aralanan tarihin yeniden kendi üstüne kapandığı bir an, uzun bir an…. ve aralanan kapıdan bakanların büyük bir coşkuya kapıldığı 20. yüzyılın en güzel, en kısa şiiri.
SOSYALİST MÜCADELEYE AĞIT
Sonra şiir devam eder, kaldığı yerden olmasa da. Jean-Luc Godard, “Film Socialisme”de (2010) İkinci Dünya Savaşı’nı önceleyen yıllardan başlayarak, tüm Avrupa’ya yayılan, devrime dair umudun, umutsuzluğa evrilişini, seyirciyi bıktırarak, sıkarak gösterir. Film, tarihin akışkanlığını ifade edercesine su ile birlikte akarken Rus kadının dilinden,“Yüzünde bir gülücükle Avrupa’yı tekrar görmeden, Rusya ve mutluluk kelimelerinin kemer tokası gibi bir kez daha birbirlerine tutturulduklarını görmeden ölmek istemiyorum”, dökülür. Godard’ın filmi, sosyalist mücadeleye ağıt bir haliyle. Film boyunca deniz eşliğinde Avrupa tarihine, bir nebze Afrika’ya ve Filistin’e bakarız; gemi-tarih- Barselona’ya, Napoli’ye, Hellas’a, Odesa’ya ve Hayfa’ya uğrar. Avrupa sınıf savaşımları tarihini bilenlerin anlam yükleyebileceği alıntılarla birlikte: “Ölme olasılığımızın olduğu bir durumda İspanya hiç kıtlığın olmadığı bir ülke haline gelir. Hatta umutlarımızın bile.” Böylelikle Barselona’yı ve İspanya İç Savaşı’ndaki önemini, anarşistleri, Stalin’in konumunu, uluslararası tugayları, İspanyanın mutluluğunu ve yalnızlığını, bir dönem dünyanın kalbi olduğunu hatırlarız. İspanya’dan Odessa’ya doğru yola çıkan altınların akıbetini yeniden merak ederiz. Gönderenler sonradan hesabını sordu mu bilmiyorum, hesap soracak kimse kaldı mı onu da bilmiyorum. Yunan İç Savaşı’nı yüreği burkularak okumayan var mıdır: “Demokrasi ve trajedinin evliliği, tek bir çocuk: İç savaş”.
Avrupa’nın sarmal bir yay gibi gelip gidişleri semboller ve imgelerle ulaşır bize. Yarıda bırakılan filmlerden, zorla bitirilen. Bunun nedeni filmin tekniği değildir sadece, ki o da zorlar. Birbirinden kopuk simgelerin-görüntülerin kolajlanması, fotoğrafların araya sıkıştırılması, bağlantısız öyle hissedilen geçişler, geçmiş ve şimdiye ait görüntülerin birbirini izlemesi, kitaplardan alıntılar, büyük cümleler (“fikirler bizi ayırır ama rüyalar birleştirir”), rahatsız eden kamera görüntüleri, monologlar, başka yerlerden geldiği hissi veren sesler, tekrarlar… Fotoğraf makineleri de rahat durmaz, sürekli bir çekim, kaydetme hali. Kaydetmiyorsan-görünmüyorsa yaşamıyorsundur; yaşıyorsan göster… izlemesi yorucu. Filmin izleyeni zorlamasının diğer bir nedeni ise kısa süreli coşkulu anları izleyen yenilgileri, kayıpları hatırlatmasıdır. Hatırlayacak şeyi çok olanlar için tahammül etmesi güç.
BAŞKASININ ZORUYLA TUTULAN YAS
Ekim ayına ve şiire dönersek; coşku derken sevinci kastetmiyorum sadece, içimizin içimize sığmaması, bu keder de olabilir, sevinç de, acı da…sıradanlıktan farkı yoğunluk, belirleyici olan yoğunluk: Duygunun kendisi değil. Şiir bunları derinleştiriyor, olduğundan daha anlamlı mı kılıyor ya da gizli anlamları ortaya mı çıkarıyor? Kimi zaman sevinç dönemlerinde yazılan, umut veren şiirler elden ele dolaşır, her şey kaynıyordur şiir de ona eşlik eder. Çöküş dönemlerinde bakılmaz bu şiirlere unutulmaya terk edilir, anlatmaz, anlamazsın, söyledikleri ulaşmaz sana, yabancıdır. Bu dönemin şiiri nasıl değerlendiriliyor bilmiyorum; ama ben yas ile karşılaşıyorum, içinde hınç barındırmayan bir yas. Yas tutmak reddedilmiyor. ‘Lokman Kasidesi'(1)’nde ölüm, ölüm sonrası diyelim, bedene, cenazeye, kalanların-ölmeyenlerin- bakışı anlatılır. Bir ekim gününde bedenin sokaklarda dolaştırılması, caddelerin, sokakların, evlerin olumsuz yas’a katılması, katılmak zorunda bırakılışı. Evet, olumlu yas olduğu gibi olumsuz yas da var… Olumsuz yasta katılmaya zorlanırsın, gözüne sokulur, “bak”… Kaçamazsın, döndüğün, bakabileceğin her yere ulaşır, görmen mutlaka sağlanır. Yasın başkasının zoruyla tutulması ve olumsuza döndürülmesidir, “iyice hisset, yenilgiyi yeterince hissetmedin, biraz daha hisset”. Kederi ve umutsuzluğu çoğaltan bir yas biçimi, öyle geliyor şimdilik. Olumlu yası biliyoruz zaten, yenilgi hissetmeden geride bırakmanın bir yolu, tekrar başlamanın, bir haliyle unutmanın ya da acı vermeyen anımsayışın mümkün olduğu bir unutma biçiminin.
Bir ekim gününde, 1973’de Mahmud Derviş’in ve Filistin’in geleceği kesin olarak belirlenir ve sonrasında da değişmez, daimi sürgünlük başlar. Belki bunu 1948’e kadar götürmek gerekir; Mahmud Derviş’in 6 yaşındayken terk etmek zorunda kaldığı Hayfa’daki köyü, tarih sahnesinden silinir, ardından anılardan, hiç olmamış gibi. Birlikte yaşama düşü kuranların azalması, tarih sahnesinde belirsizleşmesi gibi. Derviş unutmaya karşı, unutmamak için yazar. “Kimse unutulmak istemez” der. Şiirleriyle hafıza oluşturur. Anlatır sürekli, bir daha dönmediği-dönemeyeceği toprakları.
“Keman geri gelmeyecek kayıp zamana ağlar
Ah o hiç gelmeyecek
Keman dönülecek kayıp vatana ağlar.”
Tanık olduğu, yaşadığı Beyrut Kuşatması’nı anlatır, anılarının yükünü sağaltmak istercesine. Bir Filistinli olarak bulunduğu yerde yabancıdır. “Buraya ait değilsin denilir… Kim vatandaş olarak kabul edebilir… Kim koruyabilir…”(2) Yabancı, gittiği yerde neye sahip olabilir, arafta durmak dışında. ‘Beyrut Kasidesi’nde Şabra ve Şatilla’nın acısı, yalnızlığı, Filistin’in “kardeşleri” tarafından terk edilişi dile gelir. “Kardeşlerin” “düşmandan” daha acımasız olduğunu hissettirir.(3) Yasını şiirle tutar, ağıt yakar. Tanık olanlar bilir; ağıtlar anılardan oluşur. Dervişin ki toprağa yakılmış ağıt.
‘HAREKETE GEÇMEK İÇİN UNUTMAK GEREKİR’
Bu güzel ve kana bulanmış ekim gününde tarihi, olanı biteni düşünürken, elimizden bir şey gelmeden bakarken, bir mucizeyi bekler gibi bakarken, insan evladı için her şeyin geçiciliği avuntu kaynağı olmalı diyorum ama olmuyor çoğu zaman, kan akıtmak ortaklık kurmanın tek yolu olduğu sürece de olmayacak gibi. Dostoyevski ‘Ecinniler’ kitabında ortak öldürme eyleminin grubu bir arada tutan yapıştırıcı olduğunu söyler. Grup içindeki bağlar kan akıtarak güçlendikçe çıkış umudu da azalıyor.
Unutmak ve hatırlamak… Hangisi insanlığı mutluluğa götürebilir? Hangisi düş kurmayı sağlayabilir? Nietzsche, “Harekete geçmek için unutmak gerekir” der, mutlu olmak için de… Herhangi bir gelecek düşü kurmayan, geçmişi olmayan sürüyü örnek verir bize.
Önünden otlayarak geçen sürüye iyice bak: bilmez dününü bugününü, oraya buraya sıçrar durur, habire otlar, dinlenir sonra, geviş getirir, sonra yine hoplayıp zıplamaya başlar, uzun süremez bağlılığı neşesine ve neşesizliğine de, yani yalnızca birkaç saniye; bu yüzden efkarlı ya da bıkkın da değildir bir an. Bunu görmek çok dokunur insana…onların mutluluğunu seyreder kıskançlıkla-çünkü onun da tek istediği nedir ki, hayvanlar gibi bıkkınlıktan ve acılardan uzak yaşamak…
Kendisine de şaşırır insan, unutmayı öğrenemediği ve sürekli geçmişe bağlı kaldığı için…anımsıyorum der insan ve kıskanır hemen unutuveren ve her anın öldüğünü, sisin ve gecenin içinde kaybolup sonsuza dek yok olduğunu gören hayvanı.
Nietzsche burada durmaz, ilerleyen sayfalarda şunu da ekler. Doğru zamanda anımsamayı ve doğru zamanda unutmayı bilmek, tarihdışılığın ve tarihselliğin birlikteliği. Yeniden başlamak için unutmak, unutmadan coşkuyu hissetmek, kendinde o gücü bulmak zor çünkü; ve aynı hataları yapmamak için anımsamak. Bir zamanlar mümkün olanın yeniden mümkün olacağı düşüncesine sarılmak.
1. Lokman Kasidesi, Mehmet Said Aydın, Everest Yayınları, 2019
2. Memory for Forgetfulness, University of California Press, 1995. http://ark.cdlib.org/ark:/13030/ft1z09n7g7/
3. Gölgeyi Yüksekten Övmek (Beyrut Kasidesi), Mahmud Derviş, 1995, İyi Şeyler